Brian Leiter
Çev. Şule Şahin Ceylan
Amerikan hukuk eğitimiyle ilgili olarak önceki bir yazımda, 150 yılı aşkın süredir ekonomi, psikoloji ve tarih gibi farklı disiplinlerin hukuk çalışmalarında önemli rol oynamasına yol açan gelişmelerden bahsetmiştim. Hakkında pek de beyanda bulunmadığım disiplin, kendi çalışma alanım yani felsefeydi. Oysa Avrupa ve Anglofon geleneklerinde felsefi yaklaşımın hukuk eğitimindeki önemi, diğer disiplinlere nazaran oldukça köklü bir geçmişe dayanmaktadır.
Çalıştığım kurum olan Chicago Üniversitesi, son dönem hukuk eğitiminde baskın yaklaşım olan hukukun ekonomik analizini 1960’lar ve 70’lerde keşfettiği halde, hukuk felsefesi (jurisprudence) yüzyıldan da önce ve hatta hukuk fakültesinin ilk yıllarında bile, tüm öğrencilere önerilen çok sayıdaki dersten biri olma özelliğini taşımaktaydı.
Bu, kısmen bir disiplin olarak felsefenin doğasıyla, kısmen de hukuk ve felsefe arasındaki derin yakınlıkla açıklanabilir.
Hukuk, herşeyden önce diskürsif bir disiplindir: Avukatlar ve yargıçlar, gerekçe ve anlamlar dünyasında yaşarlar. Yasalar ve davaları yorumlar, davranışları yönlendirmek için kurallar koyar ve sonra belirli bir davaya nasıl aktarılacağına ilişkin kafa yorarız. Yargıçlar verdikleri kararları gerekçelendiren görüşler yazarken, avukatlar yargıçları ikna etmek için argümanlar ileri sürer. Hatta herhangi bir davada savunma yapmamış olan avukatlar bile kurallarla, bunların anlamları ve gerektirdikleriyle uğraşmayı sürdürürler.
Kuşkusuz, felsefe de diskürsif bir disiplin, hatta par excellence’dir. İngiliz felsefecisi John Campbell (halen Berkeley’de öğretim görevlisidir) felsefeyi, gayet yerinde ve zekice bir ifadeyle şöyle tanımlamaktadır: “Yavaş çekimde düşünmek”. Avukatlık ise, özellikle bir temyiz mahkemesine sözlü savunma sunarken, “hızlı çekimde düşünmek” anlamına gelir. Ancak kilit nokta, her iki disiplinin de rasyonel ve mantıksal düşünceyle bağlantılı oluşudur. Alışılageldik haliyle avukatlık, hiç değilse M.Ö. beşinci yüzyıldaki Sofistlerden beri, retoriğe, felsefeye nazaran daha fazla özen gösterilmesini gerektirir. Yine de “sofistliğe” ilişkin, Platon’un bahsi geçen filozofları başarılı bir biçimde alt ettiği zamandan kalma küçümseyici ima, bizi yanlış yönlendirmemelidir: Bir ikna sanatı vardır ve bu sanat sadece formel ve informel mantığın kurallarıyla çürütülebilir. Amerikan Yüksek Mahkemesinin Old Chief v. U.S. (1997) kararında belirttiği gibi “Bir tasım bir rivayet değildir, ve mahkeme salonundaki yalın bir sav, onu kanıtlamak için kullanılabilecek güçlü delille eşleşmeyebilir.”
Hukuki ve felsefi argümanlar arasındaki açık farkı kabul etsek bile, yeterince açık olan diğer husus, benzerlikleridir. Öyle ki, Amerikan hukuk eğitimindeki en yaygın pedagojik yaklaşım (Sokratik yöntem) felsefeden alıntıdır. Sokrates’in Atina vatandaşlarını bilginin ve adaletin doğasıyla ilgili sorgulaması gibi, hukuk hocaları da öğrencilerine sorular sorar. Bu yöntemin, diskürsif bir disiplin olarak avukatlığın gerektirdiği diyalektik beceriyi örneklemesi ve dahi öğretmesi beklenmektedir.
Bir disiplin olarak felsefenin, bilim, sanat, ahlak veya hukuk fark etmeksizin, tam olarak her şeyle ilgilenmesi de aynı şekilde önemlidir. İnsan eyleminin bahsi geçen alanlarından herhangi birini hedef alarak, “Doğası nedir? Onu olduğu şey haline getiren nedir?” sorularını her zaman yöneltebiliriz. Felsefeciler söz konusu faaliyeti, bilim, sanat ve hukukla ilgili olarak gerçekleştirmektedir. Bu, neden hukuk felsefesinin –hukukun doğası, hukuki gerekçelendirme, hukuk ve ahlakın farklarıyla ilgili felsefi kuramlaştırma- hukukun üniversite düzeyinde öğretildiği her yerde, müfredatın esas unsurlarından biri olduğuna da yanıt vermektedir. Gerçekten, Avrupa ve Güney Afrika’daki çoğuları gibi Oxford’daki tüm hukuk öğrencileri için de zorunlu ders niteliğindedir. (Hukuk, Amerika’dan farklı olarak bu hukuk çevrelerinin neredeyse hepsinde lisans dalıdır.)
Felsefi sorgulamanın çoğu alanı gibi hukuka dair olan da, üstü kapalı ve tartışmasız olan şeyleri aydınlatır, açık hale getirir. Hepimiz, zaman zaman birilerinin bir Yüksek Mahkeme kararını “hukuki değil ancak politik biçimde gerekçelendirildiği² için eleştirdiğini duymuşuzdur. Ancak böyle bir değerlendirme, hukukun ve politikanın sınırlarının nasıl konumlandığını zaten bildiğimiz varsayımına dayanır, ki işte hukuk felsefesi çalışmalarının aydınlatmaya çalıştığı şey tam olarak budur! Dolayısıyla yorumcular, bir yargıcın verdiği kararı destekleyen gerekçesini eleştirirken, her zaman hukukun doğası, hukuksal yorum ve hukuki gerekçelendirmenin niteliğiyle ilgili bir takım iddialarda bulunurlar. Bu varsayımları açığa çıkarmak ve ayrıntılarıyla inceleme altına almak hukuk felsefesinin görevidir.
Felsefi sorgulama, hukukun gelişmesinde de önemli bir rol oynamıştır. Son yüzyılın iki büyük düşünürü, Avusturyalı Hans Kelsen ve İngiliz H.L.A. Hart, hukuku oldukça derinden etkilemiştir. Kelsen’in hukuk felsefesi çalışması, Kara Avrupası hukuk çevrelerince benimsenen bir modeli, yani yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetiminden sorumlu “Anayasa Mahkemesi”nin oluşumunu da kapsar şekilde, uluslararası hukukun gelişimine önemli katkılar sunmuştur. Benzer şekilde, John Stuart Mill’in faydacı felsefesini etkili bir şekilde genişleten Hart da, 1960’lar İngilteresi'nde eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılmasını tetikleyen entelektüel kuvvettir.
Akademide de, felsefecilerin hukuk üzerindeki tesiri ayrıca dikkate değerdir. 1970’lerden itibaren akademik çevrelerde, hukuku ekonomik bakımdan analiz eden Chicago Ekolü egemen olduğu halde, “refahın asgarileştirilmesi”ni hukuki düzenlemenin amacı olarak gören bu yaklaşıma alternatif öneren, Ronald Dworkin ve Chicago’dan arkadaşım Martha Nussbaum idi. Bana ait bir takım felsefi çalışmalar da, Amerikan hukukunda ve hukuk eğitimindeki derin etkilerine önceden değindiğim Amerikan hukuki realistlerinin hukuk felsefi kavrayışının doğruluğunu -ileri sürdükleri görüşleri felsefi bakımdan yapılandırmak ve Hart gibi eleştirmenlerine karşı savunmak suretiyle- teyit etmektedir. 20 yıllık öğretim sürecimde (Amerikan hukuki realizmi de dahil olmak üzere), hukuk felsefesinin pek çok öğrenci tarafından en ‘pratik’ derslerden biri olarak nitelenmesinden etkilendiğimi belirtmeliyim. Bu kanıya, kuralları öğretmesi değil, hukuki gerekçelendirmeyi ve yargıçların nasıl karar verdiğini anlamalarına yardım etmesi, yargıçların ve akademisyenlerin hukuk felsefesine ilişkin örtülü kaziyelerini açığa çıkarması sebep olmaktadır.
Stanford’da bir felsefeci olan David Hills’in ünlü deyişine göre felsefe “çocukların aklına doğallıkla gelen sorulara, avukatlara doğallıkla gelen yöntemlerle cevap bulma yönündeki tuhaf girişimdir.” Çocuklar genelde hukuki ve ahlaki yükümlülük, ceza hukukunda mazeret ve gerekçelendirme arasındaki farkları merak etmezken, avukat ve öğrenciler eder! Tam da bu sebeple, filozofların -avukatlara çok tanıdık gelen- yöntemleri gayet doğal biçimde devreye girmektedir ve kuşkusuz, hukukun öğretildiği her yerde böyle olmaya devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder