31 Ağustos 2014 Pazar

İlk Kadın Avukat-Süreyya Ağaoğlu

Süreyya Ağaoğlu (1903, Şuşa - 29 Aralık 1989, İstanbul), Türk avukat ve yazar.
Türkiye’nin ilk kadın avukatı[1] ve kadın hakları savunucularındandır. Ünlü düşünür ve siyasetçi Ahmet Ağaoğlu'nun kızı, yazar ve siyasetçi Samet Ağaoğlu'nun kızkardeşidir.

1903 yılında Azerbaycan’ın Şuşa kentinde dünyaya geldi. Babası, tanınmış düşünür, yazar ve siyasetçi Ahmet Ağaoğlu, annesi Sitare Hanım’dır[2]. Beş çocuklu ailenin en büyük çocuğu olan Süreyya Hanım, eğitimci ve milletvekili Tezer Taşkıran'ın, mühendisi ve işadamı Abdurrahman Ağaoğlu'nun; siyasetçi, edebiyatçı ve hukukçu Samet Ağaoğlu'nun ve tıp doktoru Gültekin Ağaoğlu'nun ablasıdır.
1910 yılında ailesiyle birlikte Türkiye’ye göçtü. Babasının ideolojisi ve görevleri nedeniyle çocukluğu ve gençliği Türk Ocağı aydınları ve Mustafa Kemal Paşa’nın yakın dostları arasında geçti[3]. 1920 yılında İstanbul Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra 1921 yılında, hukuk eğitimi görmek için Darülfünun’a başvurdu. Hukuk Fakültesi'ne başvuran ilk kız öğrenci olarak fakültenin kız öğrencilere açılmasında öncü rol oynadı. Beraberinde iki kız arkadaşını da (Melda ve Bedia Hanımlar) okula getirip Fakültenin kız öğrencilere açılmasını sağladı. 1925’te fakülteden mezun olduktan sonra Ankara'da Şurayı Devlet Tanzimat Dairesi'nde çalıştı. 5 Aralık 1927’de Ankara Barosu’na kaydoldu. 1928'de serbest avukatlık ruhsatını alarak, “Türkiye’nin ilk kadın avukatı” ünvanının sahibi oldu ve hayatı boyunca avukatlık mesleğini sürdürdü. 1936 yılında Ankara Barosu’ndan naklen İstanbul Barosu’na kayedildi[4]
İngilizce ve Fransızca bilen Ağaoğlu, meslek yaşamı boyunca çok sayıda uluslararası konferansta Türkiye’yi temsil etti. 1946’daki girişimleri sonucu İstanbul Barosu’nun Beynelminel Barolar Birliği’ne üye olmasını sağladı. 1946-1960 arasında bu birliğin tek kadın yönetim kurulu üyesi olarak kaldı[5].
1952’de "Milletlerarası Kadın Hukukçular Birliği’ne üye oldu. 1960 yılında Kadın Hukukçular Birliği’nin BM Cenevre Teşkilatı temsilcisi seçildi. 1980- 1982 Hukukçu Kadınlar Federasyonu ikinci başkanı oldu.[5].
1960 İhtilali’nin ardından Yassıada Mahkemeleri’nde yargılanan erkek kardeşi Samet Ağaoğlu’nun avukatlığını üstlendi .O dönemde kurulan, Ekrem Alican liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi bünyesinde siyasi hayata atıldı [3] ve partinin İstanbul il başkanı oldu[6].
Önemli sivil toplum kuruluşlarının kurulmasında rol aldı. Bunların arasında 1996 -2000 yılında başkanlığını yaptığım Türk Hukukçu Kadınlar Derneği başta olmak üzere, Üniversiteli Kadınlar Derneği, Hür Fikirleri Yayma Derneği, Soroptimistler İstanbul Kulübü, Türk Amerikan Üniversiteliler Derneği, 1948 de kendi kurduğu Çocuk Dostları Derneği bulunmaktadır.
Londra’da Gördüklerim ve Bir Hayat böyle Geçti adlı kitaplarıyla çeşitli hukuki makalelerinin yazarıdır.
1950'li yılların başında, Alman hukukçu Werner Taschenbreker ile evlenen Süreyya Ağaoğlu’nun evliliği 1960'lı yıllarda son buldu,[3] çocuğu olmadı.
Süreayya Ağaoğlu, 29 Aralık 1989'da İstanbul’da katıldığı “Kadın Hakları ve Çağdaşlaşma” konulu bir panelden ayrılırken düşüp beyin kanaması geçirerek hayatını kaybetti.
Aile fotoğrafları, mektupları, gazete küpürleri gibi belgelerden oluşan özel arşivi, İstanbul’daki Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde‘’ bulunmaktadır.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir hukuk dili olarak Türkçenin kötü kullanımı

Bir hukuk dili olarak Türkçenin kötü kullanımı

İnsanın toplumsal davranışlarını düzenleyen bir normlar düzeni olarak hukukun hangi değerleri gözeteceği târihî, sosyal ve siyasî koşullara bağlı olarak değişebilmektedir.
Bir hukuk dili olarak Türkçenin kötü kullanımı
Levent Köker 

Buna karşılık, hukukun kendi içinde değişmez, öz bir değer taşıdığı yolunda ciddî ve iknâ gücü yüksek bir tez de bulunmaktadır. Buna göre hukuk, bir normatif düzen olarak kendi mahiyetinden kaynaklanan bir değere sâhiptir. Hukukun bu öz değeri ise bâzı ilkelerde ifâdesini bulmaktadır ki bunlar arasında, "hukuk kurallarının yazıldığı gibi uygulanması gerektiği" ilkesinin çok önemli ve özel bir yeri vardır. Bu önemli hukuk ilkesi bize, hukuk normlarının vâz edilmesinde kullanılan dilin mümkün olduğunca müphemlikten uzak bir tarzda oluşturulması gerektiğini önemle hatırlatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de son yarım asra yayılan hukuk pratiğinde dilin kötü kullanımından kaynaklanan bir dizi çarpıklık gözlenmekte, bu da hukukun öz değerini tahrip edici sonuçlar doğurmaktadır. 1982 Anayasası'nın dili bunun en çarpıcı örneklerinden biri olsa da tek örnek değildir. 1982'de önce başlayan dilin kötü kullanımı zaman içinde yaygınlaşmış ve 2002'de yürürlüğe giren Türk Medenî Kanunu'na, Türk Ceza Kanunu'na ve bundan da öte ve daha da vahim olarak yargı kararlarına da yansımıştır. 

Kuşkusuz, bir hukuk dili olarak Türkçenin kötü kullanımı, Türkçede yaşanan yozlaşmadan bağımsız olarak düşünülemez. Dildeki yozlaşma bâzen imlâ kurallarına uyulmaması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, "dahi" anlamına gelen "de" veya bağlaç olarak "ki"nin ayrı yazılmaları gerekirken bitişik, bitişik yazılmaları gereken "de" ve "ki"lerin ise ayrı yazılmaları gibi. Aynı durum soru ekleri için de geçerlidir. İşin vahim tarafı ise bu yanlışların resmî belgelerde, bu arada mevzuatta ve hattâ mahkeme kararlarında da yaygınlaşarak tekrarlanmasıdır. 

İmlâ yanlışlarından belki daha önemli olan ise dilin anlam evreninin daralmasıyla sonuçlanan kelime dağarcığındaki daralmadır. Bu daralma Türkçenin hem genel, hem de bir hukuk dili olarak gerektiği gibi kullanılmasına önemli bir engel oluşturduğu açıktır. Bu engelin en önemli sebeplerinden biri ise Türkçeyi yabancı dillerden gelen sözcüklerden arındırmayı amaçlayan "Öztürkçecilik" akımıdır. Bu noktada, anlam evreninin daralmasıyla ne kastettiğime ilişkin hemen bir iki örnek vereyim: Buraya kadar birkaç defa kullandığım "imlâ" sözcüğünü alalım. Bunun "Öztürkçe" karşılığı "yazım". "Edebiyat"ın ise "yazın". İkisi de "yazmak" fiilinin oluşturduğu kökten geliyor. Oysa imlâ, "yazı yazdırmak, doldurmak" anlamında bir fiil ve buna bağlı olarak yazıda gerekli olan noktalama ve diğer işâretlemeleri yapmak anlamına geliyorken edebiyat "dinî veya bilimsel nitelikte olmayan yazın etkinliklerinin tümü"nü ifâde eden bir "güzel san'at", kök itibarıyla "âdab" veya "edeb" ile ilişkili bir kavram (bkz. http://www.nisanyansozluk.com). Birbirinden bu kadar farklı anlam evrenlerine ilişkin olan sözcükleri tek bir "yaz-mak" köküne sığdırmak; işte size bir anlam daralması örneği. Hemen bir diğer örneği "harp, muharebe, mücâdele" sözcüklerinin tümünün "savaş" ile karşılanmasını zikrederek verebiliriz. Harbe de muharebeye de savaş diyerek ikisi arasındaki nüansı kaybettiğimiz gibi, tamamen farklı bir anlamı olan mücadeleyi de "savaşım" yaparak ilk ikisiyle ilişkilendirmekteyiz. 

Bu örneklerle göstermek istediğim anlam evrenindeki daralmanın yanında ve bu daralmayı iyice vahimleştiren bir diğer "kötülük" ise, üretilmiş Öztürkçe kelimelerin popüler olarak üretildikleri karşılıklarından çok daha farklı anlamlara gelecek biçimde kullanılmalarıdır. Örneğin "mükemmel" karşılığı "yetkin"in "yetkili, yetki sâhibi", tahlil (analiz) karşılığı "çözümleme"nin "çözmek" anlamında "halletmek" diye kullanılması gibi. 

Türkçenin bu kötü kullanımının hukuk diline nasıl sirâyet ettiğine gelirsek, bu konuda hemen akla gelen ilk örnekler arasında "kanun" yerine "yasa" sözcüğünün kullanılması gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin mevzuâtında (yâni vâzedilmiş hukuk normları topluluğunda) adı "yasa" olan tek kanun "Anayasa"dır, bunun dışında bütün "yasa"ların adı resmen "kanun"dur: Örneğin Türk Ceza Yasası yoktur, var olan Türk Ceza Kanunu'dur. Yasa sözcüğünün kullanımı yaygınlaşmış olsa da, en azından "mevzuâta" atıfta bulunurken "yasa" değil kanun demek gerekmektedir, meğer ki mevzuatta "yasa" densin. Bu bakımdan bir garip örnek, Türk Medenî Kanunu'nun 21. maddesinde yer alan "yasal yeleşim yeri" ifâdesidir. 1926 târihli Türk Kanun-ı Medenîsi'nde yer alan "kanunî ikâmetgâh" tâbirinin "Öztürkçesi" diye yazılı norm hâline gelmiş bu ifâde, aynı normatif bütünlük içinde "kanun" ve "yasa" sözcüklerinin tutarsız kullanımına neden olmaktadır: Normun adı "kanun" (Türk Medenî Kanunu), buna karşılık bu kanunla tanımlandığı biçimiyle "ikâmetgâh" "kanunî" olması gerekirken "yasal" olmaktadır; bâri Kanun'u da Yasa yapsaydınız da bu tutarsızlık olmasaydı. "İkâmetgâh"ın "yerleşim yeri" yapılması da cabası; buradaki anlam isâbetsizliği sanırım dikkatli bir okur için her türlü izahtan vârestedir. 

Gelelim "yaptırım" kavramına. Hukukun en temel, belki de tanımlayıcı kavramlarından olan "müeyyide"nin "Öztürkçe" karşılığı diye ünlenen ve artık her düzeyde hukuk insanları tarafından da yaygın olarak kullanılan bu terim kadar yersiz bir karışılık var mıdır? Hukuk normlarının ana gövdesini meydana getiren "emir önerme" niteliğindeki davranış kurallarını destekleyen, pekiştiren (Frenkçe "sanction", Arapça kökenden "te'yid" eden anlamında) "müeyyide" nerede, "yap-tır-mak" Öztürkçeciliğinin fukaralığı nerede. Ceza, tazmînat, cebrî icrâ gibi kişiye bir şey "yaptırıyor" gibi görünen "müeyyide" türlerinin yanında, örneğin "yokluk", "butlan", "hükümsüzlük", "geçersizlik" gibi terimlerle ifâde edilen müeyyide türlerini ne yapacağız; "yap-tır-ım" bunları da ifâde etme kâbiliyetine sâhip midir? 

Türk Medenî Kanunu'ndan devam edelim. Sâdece özel hukuk için değil, tüm hukuk bakımından geçerli olduğu düşünülen esasların dile getirildiği "başlangıç hükümleri"nin en önemlilerinden biri, Madde 1. Okuyalım: "Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır." 2002'de yürürlüğe giren ve sözüm ona günümüz Türkçesiyle ve dolayısıyla daha anlaşılır olmak üzere kaleme alınmış olan bu ifâdede iki vahim hatâ göze çarpıyor. Biri, 1926 metninde var olan "kanunun ruhu" teriminin "özü" diye karşılanmış olması. "Öz", zamana ve mekâna göre değişmeyen, târih (ve dolayısıyla toplum) dışı bir varlığı, buna karşılık "ruh" ise târihî süreç içinde sürekli değişim gösteren bir oluşu ifâde eder. (Burada TMK'nun mehazı olan İsviçre Medenî Kanunu'nun orijinal metninde yer alan "Auslegung" kavramının "öz" değil, yorum ve dolayısıyla "içtihat" kavramına atıfta bulunan bir içeriğe sâhip olduğunu hatırlatmak da gerekmektedir.) 

Bu önemli maddedeki bir diğer kötü kullanım ise "uygulanır" ifâdesidir. 1926 metninde "mer'idir", Öztürkçesiyle "yürürlüktedir" anlamına gelen bu kavramın 2002 metninde "uygulanır" diye karşılanması, "tatbik ve mer'iyet" arasındaki farkı anlatan bir kanun da bulunduğu için (Türk Medenî Kanunu'nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun), maalesef bir abesle iştigâl örneği olmuştur. 

Örnekleri çoğaltmak, başka alanlara girmek mümkün. Bu kadarı bile sanırım Türkiye'de dilin kötü kullanımını ortaya koymak bakımından yeterli olmalıdır. Bugün, bu ve benzeri örnekleri hatırda tutarak, nüans duyarlılığı olan, Arapça, Farsça ve Frenkçe kökenden gelenler de dâhil, Türkçenin tüm târihî müktesebâtına karşı komplekssiz bir hukuk diline yöneliş gerekmektedir. Bu, hem yeni anayasa için, hem de bu yeni anayasa ile erişmeyi ümîd ettiğimiz "demokratik, özgürlükçü hukuk kültürü"nün oluşması için zorunludur. 

Hukukta Pratik Olayları Nasıl Çözmeli

Hukukta Pratik Olayları Nasıl Çözmeli

Ankara Hukuk Fakültesinde Devletler hukuku hocamız Prof.Dr.İlhan Akipek hemen hemen her ders bizlere hocası olan, Almanya’nın Frankfurt kentinde hem yüksek yargıç, hem de öğretim üyesi iken 1933 yılında Yahudi olduğu için görevlerine son verilen ve ülkemize sığınmak zorunda kalan Profesör Ernst E. Hirsch'in(d. 1902-1985) yazmış olduğu 1944 tarihli Pratik Hukukta Metod adlı kitabından alıntılar okurdu. Sayın hocamız o kitabı edinmemize vesile olmuştu. Adı geçen eserde, bir hukukçunun bir sorunu nasıl çözebileceğine ilişkin önemli bilgiler bulunmaktadır. Öğretim görevlisi olan Didem Aydın'ın katkılarıyla faydalı olacağını düşündüğüm bilgileri burada paylaşmak istiyorum.
Hukukta Pratik Olayları Nasıl Çözmeli
(20 başlık uzun gözükse de bir hukukçuyu sıkmayacak şekilde kaleme alınmış bir 
eserdir.)
 
Pratik Hukukta Metod Profesör Ernst E. Hirsch'in(d. 1902-1985)
 
''Pratik Olayları Nasıl Çözmeli, Pratik Hukuka Nasıl Yaklaşmalı? '' 

1. Olayı Saptayın. “Ne olmuş, kim, nerede, ne zaman, ne için, nasıl, ne yapmış” sorularına verilecek yanıt önemlidir.
 
2. Sorunun özünü tahlil edin, incelemeye sorudan hareket ederek başlayın ve ne sıfatla cevap vereceğinizi bilin. Müdafi misiniz? Savcı mısınız? Yargıç mısınız? Müdahil vekili, suçtan zarar gören ya da tanık mısınız? Kimsiniz?
 
3. Karar vermeden önce olaya uygulanacak hukuku yer ve zaman bakımından araştırın. Neredeyiz? Kimin hukukunu uyguluyoruz? Patagonya’da mı? Yoksa Hawaii adalarında mı? Hangi suçlar işlendikleri yerden bağımsız olarak takip edilebilir? Araştırın.
 
4. Talep hakkını ve bu hakkın dayandığı esasları tahlil etmeden nitelemeye girişmeyin. Öyle ya. Kim ne istiyor?
 
5. İddia ve savunmanın dayanabileceği hukuksal ilişkiyi saptayın, bu bağlamda öncelikle tüm mantıksal olasılıkları gözden geçirin.
 
6. Bu ilişki olaydan hemen çıkmıyorsa bunu sistematik şekilde arayın.
 
7. Şema yapmadan hüküm vermeyin:
 
Kim (örneğin Savcı, Hakim, Sanık, Tanık, Müdafi vs.)
 
Nerede? (Muhakemenin hangi safhası ya da olayın hangi bağlamı içinde?)
 
Ne Zaman?
 
Nasıl?
 
Ne için?
 
8. Hukuki ilişkinin kanuni koşullarını kontrol ediniz (her tedbirin bir hukuku vardır) Örneğin arama önleminin uygulama alanı bulabileceğini düşünmüşseniz, kanuni koşulları, dayandıkları madde ve diğer madde ve yasalarla iliskisi bağlamında değerlendirip, tek tek denetleyin. Maddede sayılan koşulların hukuksal anlamlarını, öğreti ve yargısal anlamda inceleyin ve anlamlandırın.
 
9. Olayı aydınlatmadan hüküm vermeyin (ihtimallerle çalışmayı bilin, “A gerçekleşmişse B de gerçekleşmiş olabilir”; “C gerçekleşmemişse D gerçekleşmiş olabilir” gibi…)
 
10. Talep hakkını mümkün mertebe çeşitli hukuk ilişkilerine dayandırmaya çalışın. Hakkın kaynağı, “bu müessese de olabilir şu da olabilir” gibi. “Fiil şu suçu da oluşturabilir, bu suçu da” gibi! “İşlem, şu işlem de olabilir o da” gibi. Olayda akla gelebilecek tüm hukuksal ilişkilerin unsurlarını ya da gereken muhakeme işleminin gereklerini gözönünde bulundurarak olayı çözümler isek neyin ne olduğunu anlarız. Bazen bir olayda tek ilke ya da yasa değil birden fazla ilke ya da yasa, tüm unsurları ile birlikte uygulanmak gerekir. Uygulamaya öncelikli olan yasa veya ilkeden başlayınız.
 
11. Davanın koşulları ile davanın dayanağını, davanın açılmasına engel olan ilk itirazlar ile def’ileri, hak düşürücü süreleri, ayırt etmeye dikkat ediniz.
 
12. Davaya yol açan olayın bir çok alt-vakıadan olusabileceğini unutmayın. Kimi zaman kronolojik bir şema, kimi zaman kişilere göre şema, kimi zaman yapılan işlemlere ilişkin şema, kimi zamansa bunların bir kombinasyonu gerekebilir analiziniz için.
 
13. Uyuşmazlığı tam olarak açıklayın. Uyuşmazlığı yeniden izah ederken, hukuksal nitelemeler yapın. Olayda “ele geçirilmiş” şüpheliden sözedilebilir. Siz özetlerken “tutuklanmış” ya da “yakalanmış” kimseden sözedin. Olayda “mal zaptedildi” denebilir. Siz, “el konuldu” ya da koşulları uygunsa “müsadere edildi” deyin. Ancak bilin ki bir hale isim koymak kolay bir iş değildir; bir ön incelemeyi gerektirir. Zaptedildi lafını elkoyma olarak adlandırmadan önce bir ön incelemeye tabii tutun. İsmi konulacak işlem acaba tam olarak ne olabilir, inceleyin.
 
14. Çözüme ve yazıya başlamadan önce çözümün ya da yazının planını (”içindekiler” kısmını ) ortaya koyun. Düşüncelerinizi bir plan dahilinde açıklayınız.
 
15. Savlar ve savların dayanağı olan bilgi ve düşünceler arasındaki teselsüle büyük önem verin.
 
Lüzumsuz veya alakasız;
 gereksiz ve hüküm için bir etkisi olmayan;
 usulsüz veya kabul edilemez olan;
 yanıltıcı veya mesnedsiz bir biçimde sadece bir tek cevabı haklı kılan;
 kafa karıştırıcı veya çok erken söylenmiş ya da fazlalık olan;
 yanlış veya uygunsuz;
 önyargılı;
aslı ya da kaynağı ortada olmayan (örneğin kulaktan kulağa söylenerek yayılmış)
 
iddialarda, ifadelerde bulunmayın.
 
16. Az ve ölçülü yazın ve konuşun (Ben bu kurala kolay kolay uyamıyorum!).
 
17. Konuyla ilgili olmayan argümanlar getirmeyin ve karşı taraf bunları getirmişse “konumuzla ilgisi yok” diyerek geri çevirmesini bilin. Ama tabii neden konumuzla ilgisi yok, onu da bilin!
 
18. Özellikle kısa süreli açıklamalarda, sınavlarda ya da acil başka usuli işlemlerde ayrıntıları bir tarafa bırakarak yalnızca can alıcı noktaları kısaca izahla yetinin. Örneğin sanık Saadet’in tutuklanmasına ilişkin sulh yargıcı önündeki duruşmada Saadet’in katılması gereken çok önemli bir toplantı olduğundan değil, üzerine isnad edilen suçla ilgili bir delil (örneğin tanık) bulunup bulunmadığından, kuvvetli şüphenin söz konusu olup olmadığından bahsedin veya kaçma ya da delilleri karartma şüphesini çürütecek bilgilerden sözedin. Böyle bilgiler yoksa, Saadet’in müdafii sıfatı ile hareket ediyorsanız, onun haklarına en az müdahale oluşturacak durumları talep edin (örneğin “teminatla salıverme” gibi ). Konu dışına çıkarak değerli zamanı harcamayın.
 
19. Fikrinizi açık olarak anlatın. Hakimler, uzun uzun “taraf” dinlemeyi pek sevmiyorlar ve Türkiye’de duruşmalar, ne yazık ki yargıcın karar verme yolunda gerçek bir izlenim edinmesini sağlayabilecek bir süreklilikte ve kıvraklıkta yürütülmüyor! Duruşmaya “patır kütür” girilip “patır kütür” çıkıldığı için, bir müdafiin savunma becerilerini duruşmada kullanabilmesi kolay değil. Bununla birlikte, özellikle yazılı ifadeler açısından, diliniz ve üslûbunuz herkesin özel bir çaba göstermeden, üzerinde muhakeme etmeden anlayabileceği bir nitelikte olmalıdır. Verdiğiniz dilekçeleri, cevapları, hazırladığınız açıklamaları birkaç kere okuyup sadeleştirmekte yarar vardır. Dilekçelerde merhamete sığınan veya hamasi nitelikteki tümce ve nidaların yargıçlar nezdinde nasıl bir etki yarattığını sınama fırsatım olmadı ama eğer bu gibi ifadelerin yazarı son derece yetenekli bir kalemşör değil ise, bu ifadeler çoğunlukla sinir bozmaktan başka bir işe yaramamaktadır! Avukatlar zaman zaman, müvekkillerinin “taşı gediğe koyma” arzularını tatmin etmek ya da karşı tarafa “haddini bildirmek” için bu gibi ifadelere başvurabiliyor. Ölçülü bir şekilde kullanılırsa bunların kimseye bir zararı yoktur, hatta yararları bile olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, bütün dilekçe, yazım yanlışları ile dolu bir “sinir harbi” anlamına eriyorsa, ortada bir ifade veya yaklaşım zaafı olduğu söylenebilir.
 
20. Özellikle ceza muhakemesi hukuku bakımından Anayasal veya uluslararası ya da uluslarüstü temel ilkeleri ve temel “orantılılık ilkesi”ni gözönünde bulundurmak gereklidir. Orantılılık, bir yasa, karar ya da işlemin istenen sonucu doğurmaya UYGUN olması, bu sonuç için GEREKLİ ya da ZORUNLU olması ve kısıtladığı haklara ÖLÇÜLÜ bir müdahale oluşturması anlamına gelir. Ceza hukuku ile insan hakları arasındaki sıkı bağı görmezden gelmek, müdafi açısından büyük eksiklik olur kanısındayım.
 
Takdir edersiniz ki görünüşte her türlü teknik kurala uygun, hatta akrobatik yorum teknikleri ile verilmiş bir karar ya da yapılmış bir işlem de “HAKSIZ” olabilir. Bu durum, özellikle işlemin dayandığı yasa kuralının etik ilkelere dayanmadığı ya da işlemi yapanın yetkili olmadığı, usulün hiçe sayıldığı ya da çok eksik uygulandığı vb. hallerde söz konusu olur. İnsan olabilmenin ve insanca davranmanın etik ilkeleri yasal metinlere tümü ile geçmiş değildir. Ama yaşadığımız çağa göre sınırları az çok belirlidir. İnsanlığın en temel ilkelerine aykırı hiç bir işlem, ne kadar kanuni olursa olsun hukuka uygun değildir. Hiç unutmayın! Çünkü bir gün fena hatırlatabilirler! Profesör Ernst Hirsch, bir gün birilerinin kendilerine hesap soracağını akıllarına dahi getirmeyen, pek yasal bir barbarlık düzeninden kaçarak Türkiye’ye gelmişti. Ama bütün Avrupa’ya “diz çöktüren” (!) o düzen de bir gün yerle bir oldu ve yapılan yargılamalarda uygulanan kurallar “insan olanın bilmesi gereken evrensel ilkeler” oldu, yasal metinler değil…


Vedat Soğukpınar / facebook

HUKUKÇU İYİ BİR HATİP OLMALIDIR

HUKUKÇU İYİ BİR HATİP OLMALIDIR

Sayın hocam Prof. Dr. İlhan Akipek'in derslerde anlattığı, Ord. Profesör Ernst E. Hirsch’e ait hukukçunun aynı zamanda iyi bir hatip olması gerektiğine dair kısa bir öyküsünü dilim döndüğü, aklımda kaldığı kadar burada paylaşmak istiyorum.
HUKUKÇU İYİ BİR HATİP OLMALIDIR
Fransa Krallığı zamanında ülkenin çok ünlü bir Avukatı varmış. Avukat o kadar ünlü, o kadar iyi bir hatipmiş ki, davalarda yaptığı savunmaları başka ülkelerden gelen insanlar izlemek için kente gelir, duruşma çıkışında onunla tanışmak için sıraya girerlermiş. Ünlü ve aynı zamanda başarılı olan bu Avukatın vekalet ücreti de doğal olarak çok yüksekmiş.

O tarihlerde cimriliği ile tanınan soylu Markiz, bu ünlü Avukata çok para vermeden davasını nasıl anlatabileceği arayışlarına girmiş.Bir gün Krallığın verdiği bir davette, herkesin bir kişinin etrafında toplandığını fark etmiş. Kalabalığa doğru yaklaştığında başında toplanılan kişinin Fransa’nın O ünlü Avukatı olduğunu görmüş.Ve hemen bir plan yapıp kendi kendine ; "Eğer, bu kadar kalabalık içerisinde Avukata, davamla ilgili soru sorarsam oda nasıl olsa cevap vermek zorunda kalır, bende kendisine para vermekten kurtulurum" demiş…
 
Yavaşça kalabalığı yarıp Avukatın yanına ilişmiş.Birden Avukata yüksek sesle seslenerek önce kendi soyluluğundan , sonra Avukat’ın şöhretinden, en sonunda da vekalet ücretinin yüksekliğinden bahsedip…
 
-Avukat bey ,sizin ne kadar çok ücretle çalıştığınızı hepimiz biliyoruz.Bakın burada onlarca kişi sizi dinliyoruz.Benimde çözülmesi gereken bir davam var. Size o davamla ilgili soru sormak istiyorum. Her halde size soru sordum diye benden para talep etmeyeceksiniz değil mi? demiş…
 
Avukat ise sakin bir tavırla "Tabiî ki hanımefendi asla soru sordunuz diye sizden para talep edemem, bu bana yakışmaz. Ancak, benden cevap bekliyorsanız ''CEVABIM ÜCRETE TABİDİR "

İŞTE HATİPLİK BU OLSA GEREK …

Vedat SOĞUKPINAR/facebook

İslam Hukukunda Anadilde Savunma

İslam hukukunda anadilde savunma

İslam hukukunda 1400 yıl önce verilen anadilde savunma hakkının 21. yüzyılda hâlâ tartışılması ve muhafazakâr kesimin bunu gündeme getirip destek vermemesi, hatta bir kısmının bu hakka itiraz etmesi, ibret verici.
İslam hukukunda anadilde savunma
KADRİ YILDIRIM
Hz. Peygamber tarafından ilk önce Arap Yarımadası’nda Araplara tebliğ edilen İslam dini zamanla evrensel bir boyut kazanıp Arap olmayan birey ve milletler arasında da yayıldı. Arap olmayan bu kesimler zamanla doğal olarak birtakım yargısal olaylara sanık, davacı, davalı ve benzeri sıfatlarla katıldı. İslam’ın ilk döneminden itibaren ortaya çıkan bu durum bağlamında bu insanlara kendilerini kendi anadilleriyle savunma ve ifade etme hak ve özgürlüğünün verilmesi dikkat çekici. 
 
1400 yıl önce 
 Bu hakkın pratiğe sağlıklı bir şekilde yansıması için mahkemelere bakan hâkimlerin görevleri arasına tercüman bulundurmak da dâhil edildi, hatta bu konuda İslam hukuku kaynaklarında “İttihâzü’l-Mütercim” (Tercüman Edinme) olgusunun müstakil bir başlık olarak kullanıldığına şahit oluyoruz. (Muhammed Abdülkadir Ebu Faris, el-Kadâ’ fi’l-İslâm, Amman 1995, s. 64-67) 

İslam hukukunda yaklaşık 1400 yıl önce verilen bu hak ve özgürlüğün 21. yüzyılda hâlâ tartışılıyor olması ve anadille savunma Türkiye gündemine girdiğinden beri başta ilahiyatçılar ve diyanetçiler olmak üzere alan uzmanları ve muhafazakâr kesimin bunu şimdiye kadar gündeme getirip destek vermemeleri, hatta bir kısmının bu hakka itiraz etmeleri ibret verici. Hem medrese mezunu hem de ihtisasını ilahiyat üzerine yapmış biri olarak bundan üzüntü duyuyorum. Zira bu ister istemez insanın aklına şu soruyu getiriyor: “Acaba bu hakkı talep edenler Kürtler değil de başka bir ülkenin hâkimiyeti altında yaşayan kendi soydaşları olsaydı, yine böyle suskun kalacaklar mıydı, yoksa benim üç dört sayfada özetlediğim bu hakla ilgili kitap ve tezler mi yazacaklardı?” 

Eğer olaya bir örgüt talebi veya siyasi talep olarak bakılıyor ve suskunluğun nedeni olarak bu gösteriliyorsa, bu da tutarlı bir tavır değil. 
Zira İslam hukukunda bu hak, “siyasi olmayan sanıklara serbest”, “siyasi sanıklara yasak” şeklinde ikili bir tasnife tabi tutulmuyor. Kaldı ki, yarın öbür gün siyasi olmayan tutuklulardan da bu tür talepler gelebilir. Devlete düşen görev bu hakkı yasal bir statüye kavuşturmak; üniversitelere düşen görev de bunun akademik altyapısını oluşturmaya katkı sunmaktır. Zira üniversitelere ve akademisyenlere düşen görev, sadece taleplere göre değil, aynı zamanda ihtiyaçlara göre de çalışmalar yapmaktır. 
 
Tercüman bulundurma 
 İslam hukukunda “kadı”nın (hâkim/yargıç) görevlerinden biri de Arap olmayan davacı ve davalılar için mahkemede tercüman bulundurmak. Bu tercümanın görevi dava ile ilgili metinleri, belgeleri, sanık savunmalarını ve şahitlerin ifadelerini kadı huzurunda Arapçadan ilgili anadile, ilgili anadilden de Arapçaya çevirmektir. Bu tercümanların adil ve ergen olmaları gerekir. (Muhammed Abdülkadir Ebu Faris, el-Kadâ’ fi’l-İslâm, s. 64-65) 

En büyük İslam hadis uzmanı olarak kabul edilen İmam Buharî literatürde “Sahîh” unvanıyla anılan ünlü hadis kitabında Hz. Peygamber’in tercüman olarak görevlendirdiği Zeyd bin Sabit’in mahkemelerde “İbranice tercümanı” olarak görev yaptığını yazar. 

Türklerin büyük çoğunlukla mensup oldukları Hanefi mezhebinin en büyük İslam hukukçusu sayılan İmam Serahsî meşhur “el-Mebsût” adlı hukuk usulü kitabında açık bir şekilde şunları söylüyor: “Arapçanın dışında bir dil konuşan bir kavim hâkimin huzuruna getirildiği zaman eğer hâkim onların dilini bilmiyorsa adil bir tercümanın görevlendirilmesi gerekir. İhtiyaca binaen tercüman görevlendirmek İslam öncesi cahiliye hukukunda da vardı ki İslam da bunu benimsedi. Örneğin Selman-ı Farisî Müslüman olmak için Hz. Peygamber’in huzuruna vardığında çeviri için Yahudi bir tercüman görevlendirilmiştir. Fakat bu tercüman söylenenleri çarpıtarak tercüme ahlakına uymayınca bu durum vahiy yoluyla Hz. Peygamber’e bildirilmiş, bunun üzerine Hz. Peygamber tercümanın güvenilir olması gerektiği kanaatiyle kendi sahabilerinden Zeyd bin Sabit’i tercüman olarak tayin etmiştir.” 

Serahsî’nin bu anlattıklarından şu iki önemli sonuç çıkıyor: Sanıklar tek tek bireyler olabilecekleri gibi, “kavim” (topluluk) hâlinde de olabilir. Ölçü mahkumların hâkimin dilini bilip bilmedikleri değil, hâkimin mahkumların dilini bilmemesi. Yani mahkumlar hâkimin resmi dilini bilseler bile, eğer hâkim onların dilini bilmiyorsa, tercüman görevlendirmek gerekir. Zira herkes kendini ancak kendi anadiliyle sağlıklı bir şekilde savunabilir; hâkimin resmi diliyle değil. 

Tercüman sayısı 
Anadille savunma bağlamında tercüman bulundurmanın gereği üzerinde ittifak eden İslam hukuku müçtehitleri her mahkemede asgari kaç tercümanın bulunması gerektiğine ilişkin farklı görüşler ileri sürmüşler. Bu görüşleri şöyle özetlemek mümkün: 

Bir Tercüman: Hanefi mezhebinden mezhep imamı Ebû Hanife ve mezhep müçtehidi Ebu Yusuf, bir tercüman bulundurmayı yeterli görmüş. “Hallâl” lakabıyla meşhur olan Ebubekir Abdulaziz, b. Munzir ve Buharî de bu görüşü benimsemiş ve bir tercüman bulundurmanın yeterli olduğunu belirtmişler. Bu müçtehitlerin bazı delilleri şunlardır: Hz. Peygamber’in kendisi ile İbranice konuşan Yahudiler arasındaki olaylarda İbranice tercümanı olarak Zeyd bin Sâbit’i görevlendirdi. İbn Abbas ile karşı taraf arasında tek tercüman olarak Ebû Hamza görevlendirildi. İlk dört büyük halife zamanında bir tercüman bulunduruldu. 

En Az İki Tercüman: Şafiî mezhebinin kurucusu İmam Şafiî ile Hanefî mezhebinden mezhep müçtehidi Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî’ye göre mahkemede en az iki tercüman bulundurmak gerekir. Malikî mezhebinin aynı zamanda kadılık yapan imamı ve kurucusu olan İmam Malik ise şöyle demiş: “Arap olmayan birisi mahkemeye başvurduğunda güvenilir bir tercüman söylenenleri tercüme etsin. Eğer iki tercüman olursa bize göre daha iyi olur.” 

Yaklaşık 1400 yıl önce İslam hukukunda böyle bir hakkın tanınmasına rağmen eğer biz 21. yüzyılda hâlâ buna çözüm bulmada acizlik içine düşüyorsak, bu bizim ayıbımızdır ve bu ayıptan kurtulmak da bizim görevimizdir. Devletin ve ilgili tarafların talepleri halinde Mardin Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü ve Kürdoloji Koordinatörü olarak ekibimle birlikte bu konuda her türlü katkıyı sunmaya hazır olduğumuzu belirtmek isterim. 

* Prof. Dr., Mardin Artuklu Üni., Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü, Kürdoloji Koordinatör

Bir Hukuk Düşünürü

Bir Hukuk Düşünürü

Dworkin'in hukuk teorisi anti-pozitivisttir, çünkü özünde hukukun ahlâkî okumasına dayanır. Dworkin yargısal faaliyeti kanunların ve diğer hukukî materyalin lâfzî okunmasına indirgeyen bir hukukî pozitivizmi reddeder. Bununla beraber, ilk bakışta zannedilebileceğinin aksine, hukukî pozitivizm karşıtlığı Dworkin'i tabiî hukuk doktrinini benimsemeye de götürmez.

Bir Hukuk Düşünürü

MUSTAFA ERDOĞAN 
Prof. Dr., İstanbul Ticaret Üniv. Hukuk Fakültesi


Pozitivistlerin aksine, Dworkin bir hukuk düzeninin temel direklerinin pozitif hukuk kuralları değil ilkeler olduğunu iddia eder. Hukuka bütünlük ve hatta özerkliğini kazandıran bu ilkelerdir. Bu bağlamda ilkelerden kastedilen, kurallardan daha yüksek bir genellik düzeyine sahip soyut gereklilikler değildir. Dworkinci ilkeler kuralların anlam ve uygulamasına hakim olan daha yüksek bir düzenin unsurlarıdır.

Hukuk düzeninin temel direklerinin kurallar değil ilkeler olduğunu iddia etmekle, Dworkin özerk bir yapı olarak hukukun meşruluğunu yasama organının iradesinden alan bir kurallar hiyerarşisiyle temellendirilmesine karşı çıkmaktadır. Dworkin'e göre, pozitivizmin iddia ettiğinin aksine, hukuk ilkelerinin kökeni “bir yasama organının veya mahkemenin muayyen bir kararı değil”dir. Bu ilkeler süregiden bir düzen olarak hukuk sisteminin dayandığı gelenekte saklı olan ve hakimin keşfetmesi gereken ilkelerdir.

HUKUK VE ANTİPOZİTİVİZM BİRLEŞİMİ 
İlkeler zor davalar bakımından önemlidir. Denebilir ki, Dworkin'in “ilkeler”i hukuk anlayışının temeline yerleştirmeye biraz da zor davaların mahkemelerce nasıl çözüleceği sorusunu cevaplandırma ihtiyacı sevk etmiştir. Dolayısıyla, hangi kuralın uygulanacağının veya hatta bu konuda bir kuralın var olup olmadığının şüpheli olduğu “zor davalar”da hakimler hukukun dışındaki mülâhazalara değil fakat hukukun bir parçası olan ilkelere başvurmalıdırlar. Dworkin'e göre, eğer hukukun bütünlük ve özerkliği korunacaksa hakimlerin ilkelere başvurmaları zorunludur. Ancak ilkeler doğaları gereği kesinlikten yoksundurlar, dolayısıyla onların “tezekkür edilmesi”, keşfedilmesi gerekir. Hakimler kararlarını verirken ilkeler üzerinde düşünüp taşınacak ve gerektiğinde -meselâ, ilgili ilkelerin birden çok olduğu durumda- onların ağırlıklarını belirleyeceklerdir. Bu da içerdiği hakları ve yansıttığı genel ilkeleri saptayabilmek için yargıcın bütün bir hukuk sistemini, onun altında yatan geleneği gözden geçirmesi ve sistemde mündemiç olan ve özgül uyuşmazlığa en uygun temel ilkeleri üreten bir kararı vermesini gerektirir. Şu var ki, bu türden bir gözden geçirme ve düşünüp-taşınma sonucunda hukukta saklı olan ilkeleri keşfetmek hukukî olmaktan çok siyasî bir iştir. Bu da, “zor davalar”ı çözebilmesi için yargıcın siyaset teorisine başvurması zorunlu olduğu anlamına gelmektedir. Bunun içindir ki, Dworkin yargısal (hukukî) sürecin “derinden ve baştan başa siyasî” olduğunu ileri sürmektedir: Hukuk uygulayıcıları siyaset teorisindeki geniş anlamıyla politikadan kaçınamazlar. Bu sürece giriştiğinde yargıçlar mevcut hukukî yapıya anlamını en iyi verecek olan siyasî teoriyi bulmak zorundadırlar. Böylece Dworkin yargının önüne gelen bütün uyuşmazlıklarda toplumun moralitesinden çıkarılabilecek doğru bir cevabın var olduğunu ileri sürmüş olmaktadır. Ancak, hukukî metinler çoğu zaman kesin ve belirli anlamlardan yoksun olduklarından farklı okumalara açıktırlar. Bu durumda, yargıcın birçok rakip yorum teorisinden birini seçmesi pekalâ makul olabilir ki o zaman da hangi teorinin veya okuma biçiminin metne en doğru anlamı verdiği hep tartışmalı kalacaktır.

Dworkin gerçi ilkelerle siyaset (policy) arasında ayrım yapmaktadır. Buna göre, kolektif amaçları gerçekleştirecek siyasetleri belirlemek esas olarak yasamanın işidir, buna karşılık yargı ilkelerinin belirlediği hakları korur. Bu haklar yasamanın da sınırını oluşturduğuna göre, yasama organının sınırlarını da bir bakıma yargı belirlemiş olur. Ayrıca, Dworkin siyasetlere mahkemelerin kullanacakları standartlar arasında da yer vermektedir. Bu durumda, “haklar”ı, hukuk geleneğinde mündemiç olan ahlâkîlikte arayıp bulma veya keşfetme konusunda yargıçlara tanınan takdir yetkisi yasamanın alanına müdahaleyle sonuçlanabilecek, hatta keyfiliğe yol açabilecek kadar geniştir. O zaman da “ilkeler”le “siyaset” arasında yapılan ayrımın pratik değeri bir hayli azalmaktadır. Öte yandan, “zor davalar”da yargıçların başvuracakları standartlar arasında -ilkeler yanında- siyasetlerin de olması yargıyı yasamanın alanına daha fazla müdahil kılmaya elverişlidir.

İKTİSADÎ ÖZGÜRLÜĞE MUHALİF LİBERALİZM
Bütün iddialı duruşuna rağmen, Dworkin'in tutarlı bir siyaset ve hukuk teorisi geliştirdiğini söylemek hiç de kolay değildir. Dworkin'in siyasî teorisinin zorlukları tam da sisteminin temeline yerleştirdiği ve ilk bakışta insan onuru düşüncesinin doğal bir anlatımıymış gibi görünen “eşit ilgi ve saygı” ilkesini anlama tarzından ileri gelmektedir. Nitekim, Dworkin'in eşit ilgi ve saygı”sı bir yandan iktisadî özgürlüğe neredeyse büsbütün “ilgisiz” kalırken, öbür yandan var olduğu yerlerde de bu “ilgi” fazla müdahaleci olma potansiyeli taşımaktadır. Bu durum aynı zamanda, özgürlüğe genel bir ilke olarak yer vermeyen bir “liberalizm”in açmazını da göstermektedir. Kısaca, Dworkin'in “liberalizm”i sadece özgürlüğü genel bir hak olarak tanımaması bakımından değil, iktisadî liberalizmi ihmal etmesi bakımından da aksak bir liberalizmdir. Oysa, iktisadî özgürlüğü dışlayan bir anlayışın ne derece tutarlı olarak liberal sayılabileceği bir yana, John Tomasi'nin yakınlarda Rawls'un teorisiyle ilgili olarak gösterdiği gibi (Free Market Fairness, 2012), tam da bu düşünürlerin benimsedikleri temel değerlerden (Rawls'ta “kendi hayatını kendisinin şekillendirme sorumluluğu” veya kısaca özerklikten, Dworkin'de ise “eşit ilgi ve saygı”dan) hareketle iktisadî özgürlüğün de diğer sivil özgürlükler gibi ahlâken zorunlu olduğu pekâlâ savunulabilir.

Hukuk teorisi bakımından ise Dworkin'de başlıca iki problem var görünmektedir. Birincisi, Dworkin müphem ve kesinlikten yoksun ilkeleri kendi hukuk anlayışının odağına yerleştirmek ve yargısal karar vermenin ancak genel bir siyasî teoriye atıfla gerçekleşebileceğini ileri sürmek suretiyle, siyasetle hukuk arasındaki ayrımı neredeyse kaldırmaktadır. Siyasetin hukuku önemli ölçüde belirlediği böyle bir durumda, Dworkin'in hukukun özerklik ve bütünlüğünü savunmada da ne ölçüde tutarlı olduğu sorgulanmaya açıktır.

Dworkin'in pozisyonuyla ilgili diğer problem, her ne kadar hukukun tanımlanmasında “ilkeler” gibi evrenselleştirilebilirliğe açık görünen bir kategoriye hayatî bir rol tanısa da, onun hukuk anlayışının önemli ölçüde yerelci veya kültüre-özgü olduğu söylenebilir. Bu teori iki anlamda yerelcidir. Çünkü, ilk olarak, Dworkin söz konusu ilkelerin ilgili toplumun hukukî-tarihsel pratiğinde saklı olduklarını vaz etmektedir. Elbette Dworkin'in teorisi “hukukun genel ilkeler”i gibi bir anlayışı da içermektedir ama onun ilkeleri esas olarak belli bir toplumun moralitesinde temellenmektedirler. İkinci olarak, Dworkin'in teorisi yargısal emsallerin hukukun önemli bir parçasını teşkil ettiği ve dolayısıyla mahkemelerin hukuk-yaratma rolünü öne çıkaran Anglo-Amerikan hukuk geleneğinden fazla etkilenmiş görünmektedir. Onun için, bu teorinin, Kıt'a Avrupa'sının ve bu arada Türkiye'nin hukuk pratiğini açıklayıcı değeri çok fazla değildir. Bir de şöyle bir ironik tarafı var bu teorinin: Dworkin'in anlam verdiği şekliyle “eşit ilgi ve saygı” liberalizmin ne ölçüde Amerika'nın hukuk geleneğini, bu gelenekte “saklı olan” ilkeleri yansıttığı da şüphelidir.

Bir Avukatın Başına Gelenler

BİR AVUKATIN BAŞINA GELENLER!
Aşağıda okuyacaklarınız tamamen yaşanmış bir hadisedir. Pekâlâ takdir edebileceğiniz gerekçelerle şahıs ve yer isimlerini değiştirdim.

Zaman'dan A. Turan Alkan'ın kaleme aldığı makaleyi okuyucularımızla paylaşıyoruz;
 
Bundan on, onbeş sene önce geçiyor hikâyemiz.
 
Kahramanımız bir avukat. İstanbul'da yaşıyor; işleri fena değil; orta yaşlarda, başarılı, yakışıklı biri.
 
Bir bahar sabahı eviyle yazıhanesi arasındaki 20 km'lik çevre yolunda otomobiliyle giderken tabiata dalıyor, ulvi duygulara kapılıyor. Yaşadığı güzellikler için hamd ediyor. Böyle nikbin ve güzel hisler içinde keyifle otomobil sürerken hatırlıyor ki arabanın lastikleri bayağı aşınmış, hatta kabak denilse yeridir duruma gelmiştir. Kendi kendine,
 
-Oğlum, diyor, “Lastik önemli; araban eski olabilir ama lastiğe para verirken acımayacaksın, çünkü can taşıyor. Lastik bir, fren tertibatı iki.”
 
Niyeti, iki gıcır lastik alıp önlü arkalı çaprazlama taktırarak vaziyeti bir süre daha idare etmek.
 
Birkaç kilometre sonra kendine kızmaya başlıyor,
 
-Yav sen ne cimri, ne eli sıkı adamsın; Allah'a şükür kazanıyorsun oğlum. Niçin çift lastik düşünüyorsun; git hepsini değiştir imkânın varken; ayıp ayıp... Bak Cenab-ı Hak seni hiç hesapta olmayan imkânlarla, rızıkla nimetlendirdi. Binaenaleyh mademki dört lastik alacak imkânım var; öyleyse onları biraz daha zorlayarak niçin yeni bir otomobil almıyorum ki kendime?”
 
“Alabilir misin, alamaz mısın; borçlanırsan nasıl ödersin?” gibi düşüncelerle boğuşurken kararını kesinleştiriyor. Tanıdığı bir galerici vardır; galeride araba kıyamet gibi. Eski tanıdık, güvenilir bir dost. Doğru oraya.
 
Selam, aleykümselam, çaylar, kahveler derken mevzu açılıyor. Arkadaşı,
 
-Vallahi sana yakışanı yapmışsın dostum, tebrik ederim, diyor. “Geçenlerde seni bu arabada gördüm, içten içe üzüldüm; gençsin, yakışıklısın, eh imkânın da var. Olmuyor böyle lastiği kabak orta halli arabalar yakışmıyor.
 
Sana gıcır gıcır sıfır kilometrede bir Mersedes vereyim. Vişne çürüğü, müthiş karizmatik bir araba. Sana yakışır.”
 
-Bilmem, ödeyebilir miyim; bizim külüstürü kaça sayacaksınız?
 
-Kolay yahu, düşünme böyle şeyleri; keyfini çıkar birader, hallederiz!
 
Kendini yeni bir arabayla ödüllendirmeye fena halde niyetli avukat dostumuz, vişneçürüğü Mersedesi görünce hakikaten bayılıyor. Hemen anahtarları takdim ediyorlar, derken dostumuz kendini akşam üzeri aynı yolda yeni arabasıyla eve dönerken buluyor.
 
Eşi, tedbirli, uyanık bir hanım. “Nereden aldın, nasıl aldın; sakın gayrımeşru işlere bulaşmış olmayasın, pek hayır alameti gibi görünmüyor, nasıl ödeyeceksin bakalım?” diye adamcağızın keyfini kaçıracak bütün suallere yatıştırıcı cevaplar aldıktan sonra, “Eh, hayırlı olsun bakalım” diye kabulleniyor durumu.
 
Ertesi sabah dostumuz, yine bir bahar sabahının ulvi duygularıyla aynı yollardan geçerek yazıhanesine gidiyor ve aracı, kaldırım kenarındaki otoparka dikkatlice çekiyor.
 
Ara sıra pencereden göz atıyor; her bakışta, “Maşallah, yiğit araba; bana da yakıştı canım, iyi ettim vallahi!” diye seviniyor.
 
Öğle yemeğinden sonra yeniden masasına dönünce göz alışkanlığı ile aynı yere bakıyor; A, kimse yok! Nerde araba? Ne olabilir ki? Sarılıyor telefona,
 
Sesine “Bizde kül yutacak göz var mı azizim?” havası vererek galerici ahbabına,
 
-Yav diyor “Keh keh, güzel numara doğrusu, aferin; arabamı götürmüşsünüz; lakin yemedim; gönderin hemen akşam trafiğine kalmadan tamam mı?”
 
Verilen cevabı dinledikçe özgüveni korkuya, ardından paniğe dönüşüyor. Yoo, çalınma filan yoktur; bilakis son zamanlarda hırsızlar sürmeyi gözden çekmektedirler ve vakit kaybetmeden hemen tedbir almak lazımdır.
 
-Neyse, annen seni Kadir Gecesi doğurmuş olmalı, diyor galerici, “Burada Trafik şubeden bir komiser arkadaşım var, sohbet ediyorduk. Onu yanına yolluyorum şimdi. İlgilenecek durumla; gerekli bilgileri verirsin artık...”
 
Yarım saat sonra üç yıldızlı bir polis amiri avukatın bürosundadır. Endişeli bir yüzle avukatı dinliyor, notlar alıyor, telefonla şubeyi arayarak talimatlar veriyor, “Tanıdığımızdır, sevdiğim bir abimdir, akşama istiyorum bu arabayı ona göre!” diye sıkıyı veriyor. Kapatınca, “Akşama tamamdır beyefendi, merak etmeyin” diyor, bir çay içip gidiyor işine.
 
Ertesi gün arabasız kalan avukata galeriden gıcır gıcır bir emanet BMW veriyorlar fakat çalınan arabadan ses-soluk yok. Bizim avukat, önceleri “Nasıl olsa kaskosu var, önemli değil” diye kendini avuturken daha sonra “Varlığa sevinme, yokluğa yerinme oğlum; nimeti veren alır, hoşça gör” diye kendine telkinde bulunsa da canı sıkılmış, haline durgunluk ve dalgınlık gelmiştir.
 
Ertesi gün yine ses yok arabadan. Bizimki damlıyor galerici arkadaşına sabah sabah,
 
-Tamam oğlum iyi numaraydı ama bu kadar şaka yetişir, verin arabamı artık.
 
Galerici sıkıntılı bir yüzle, durumun çok ciddi olduğunu, üstelik dün verdikleri emanet BMW'yi de müşteri çıktığı için iade etmesi gerektiğini söyleyip ilave ediyor.
 
-Abi, sen işin ciddiyetini hâlâ anlamadın herhalde. Adamlar çalıntı arabayla soygun cinayet filan yapıyorlar; sen savcılığa, polise ihbarda bulunmuş muydun bu arada, aman sakata gelmeyelim!
 
Demeye kalmadan avukatın telefonu çalıyor: Bilmem ne bankasının bilmem ne şubesinden bir memur, “5 bin liralık bir çekiniz karşılıksız çıktı; ne yapalım?”
 
Çek, 5 bin lira, karşılıksız? O anda dehşetle hatırlıyor ki, çalınan aracın bagajındaki çantada çek defteri vardır ve belli ki hırsız oradan bir yaprağı kullanmak üzere...
 
-Tamam, hemen ilgileniyorum, demeye kalmıyor telefonlar birbiri ardına yağmaya başlıyor. Ne kadar banka varsa sıraya girmiş gibi karşılıksız çek ihbarı yapıyorlar. Avukatımız resmen dağılıyor. Durumu gören galerici yardıma koşuyor, telefonu eline alarak, “Böyle bir talihsizlik oldu, onbeş dakika oyalarsanız hesaba tedbir koyduracağız, aman bir yardım” diye çırpınmakta.
 
O bir saat içinde avukatımız birkaç yaş yaşlanıyor adeta. Neticede hesaba tedbir koyduruyorlar ama hâl perişân...
 
“Sen misin çift lastiğe rıza göstermek yerine arabasını bile beğenmeyerek kendisine lüks sınıftan sıfır araba yakıştıran;  ibret al oğlum, ibret al” diye kendini paylıyor bolca.
 
Eşi, “Ben tedbirli olmanı söylemiştim; demek ki kazancına biraz haram karışmış ki yaramadı bak, elinden gidiverdi” diyor; bizimkinin kolu-kanadı kırık, üzgün.
 
Ertesi gün, öğle suları, galerici arkadaşı yine telefonda, “N'ooldu abi, ses çıkmadı değil mi arabadan?” “Çıkmadı yok, belki de çoktan parçalamışlardır bile” diye cevap veriyor ama sesi çok kötü.
 
-Abi diyor galerici, “Akşam vakitli gel buraya; şahane güveç yaptırıyorum fırında, birkaç arkadaş da gelecek. Yemek yiyelim, madem arabadan ses çıkmıyor, sigortaya müracaat ederiz, sen de gelmişken evrakları imzalarsın.”
 
Eh, n'aapılır, pekâlâ!
 
Akşam oluyor, hakikaten şahane bir fırında güveç ikramının ardından çaylara sıra gelince, “Nerde bu evraklar, imzalayayım” diyor avukat. “Hallederiz abi” diyor galerici. “Bu arada yeni arabalarımız geldi gümrükten; müşterisi hazır ama, sen şöyle bir bakıver, hoşuna giden bir şey görürsen evvela sen seç. Arabadan yana yüzünü güldüremedik, o kadarcık bir iyiliğimiz olsun bari!”
 
Yan taraftaki galeriye geçiyorlar; şahane Avrupa arabalar. İçlerinden birini tanır gibi oluyor avukat,
 
-Yav şu vişneçürüğü Mersedes nasıl da benziyor; aynısından mı getirttiniz yoksa?
 
Kahkahalar patlıyor arkasında. Emniyet amirinden sahte hırsızına, ondan banka memurlarına kadar müsamerede rol alan ne kadar “arkadaş” varsa orada hazır ve nâzırdır!
 
*
 
Geldik kıssadan hisse faslına:
 
Otomobil lastiği deyip geçmeyeceksin arkadaş!