28 Ağustos 2014 Perşembe

Anayasanın İkinci Maddesi

Türkiye’nin temel, birinci meselesi anayasa meselesidir; anayasa meselesinin de kendi içinde çok sayıda kavramsal ve çok vahim meseleleri vardır, anormal sivil-asker ilişkileri (108, 117, 118, 156, 157. maddeler), anormal din-devlet ilişkileri (madde 136, Diyanet İşleri Başkanlığı), YÖK (madde 131, 132) en başta belirtilmesi gereken anormalliklerdir.


Bu anormalliklerin mutlaka ve en kısa sürede düzeltilmesi şarttır ama 1982 Anayasası’nın bir de değiştirilemeyen, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen (madde 4) ilk üç maddesi vardır ve bu ilk üç maddenin en önemlisi hiç kuşkusuz meşhur ikinci maddedir; birinci ve üçüncü maddeler, üçüncü maddenin ilk paragrafı (MADDE 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.) dışında daha ziyade sembolik ve pek tartışılmayan değerler içeren maddelerdir, Cumhuriyet, başkent Ankara, Milli Marşımız gibi. Ancak üçüncü maddenin ilk paragrafı biraz sorunlu bir paragraftır; şayet Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün ise devletin bir milleti olmuş oluyor ve bu mantık çok sorunlu, devletin milleti olmaz, bir milletin devleti olur. İlaveten, şayet “Türkiye devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” diyorsanız, bölünmez bütünlüğün bir gereği olarak milletin dili de bir bütün olarak Türkçe olmuş oluyor ve bu kavramın da yani milletin bir dili olması fikri kabul edilebilir bir şey değildir, devletin resmi dili ya da dilleri olabilir ama bir milletin dili olması 2014 dünyasında ve daha da önemli olmak üzere Türkiye’sinde kabul edilebilir bir formülasyon olmayı geride bırakmıştır.

Gelelim en önemli ve muhtemelen en sorunlu madde, tartışmaya en açık madde olan Anayasa’nın ikinci maddesine; bu maddeyi eksiksiz olarak aktarıyorum: “MADDE 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Bu madde, malum, Anayasa’nın değiştirilemez, değişmesi teklif bile edilemez maddesi ama madde çok sorunlu bir madde ve bu maddenin yeni yapılacak anayasada mutlaka farklı bir biçimde formüle edilmesi gerekiyor; “toplumun huzuru, milli dayanışma” gibi kavramlar mutlaka kulağa hoş geliyor ama anayasa hukuku açısından ne kadar anlamlı bilemiyorum zira çok farklı biçimlerde yorumlanmaya müsait kavramlar, milli dayanışma, toplumun huzuru her vatandaşın, her vatandaş grubunun farklı biçimde algılayabileceği meseleler. Ancak bu maddenin özünü oluşturan demokrasi, laiklik, sosyal devlet, hukuk devleti gibi kavramlara geçemeden maddenin içinde bir hukuk devletinde kabul edilmesi olanaksız başka kavramları tartışmaya açmak gerekiyor. Şayet anayasa kavramını ciddiye alıyor, bir üst iç hukuk normu olduğunu kabul ediyor isek “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” ifadesinin anlamını tartışmamız şarttır. Bir devletin -devlet bir hizmet örgütüdür- milliyetçi olması, üstelik bir tür milliyetçiliğe bağlı olması ne demektir? Vatandaşlar milliyetçi olabilirler, olmayabilirler yahut Atatürk milliyetçiliği dışında başka bir milliyetçilik türüne sıcak bakabilirler ama bu vatandaşların hukuksal bir bağ ile bağlı oldukları bir hizmet üretim teşkilatının yani devletin milliyetçi olması kolay açıklanabilecek bir şey değildir; daha da önemlisi, aynı anayasanın vatandaşlık ilişkilerini tanımlayan ünlü 66. maddesinin formülasyonu pek de Atatürk milliyetçiliği adına iddia edilen anayasal vatandaşlık tanımlamasına uygun bir formülasyon değildir. Atatürk milliyetçiliği kavramının hemen arkasında yer alan “başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan” ifadesi de ilave çok büyük hukuki ve siyasi sorunlar üretmektedir. Zira başlangıçta belirtilen temel ilkeler adeta ırkçı bir tarih ve toplum temelli ilkelerdir, bu ilkelere dayalı bir Atatürk milliyetçiliğinin, devletin anayasal vatandaşlık kavramını anayasal bir ilke haline getirdiğini iddia etmek gerçekten çok iddialı, hatta tuhaftır.

Gelelim Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan temel kavramlara yani “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” ifadesine; sosyal devlet ilkesinin anayasalarda ifade edilmesi fikri tartışılabilir, bir iktisat politikası, bir sosyal politika olarak siyasi partilere ait imiş gibi duran bu kavramın anayasada yer almasına -sübjektif bir görüştür- ben karşı değilim, devlet vatandaşa askerlik, vergi gibi mükellefiyetler getiriyor ise yurttaş da minimal bir sosyal devlet aletleri kümesi, mesela bir düzeyde çalışma hukuku talep edebilir kanısındayım ama konunun tartışmaya açık olduğu aşikar. Demokrasi kavramı da, kanımca, sadece evet sadece sandıkla, vatandaşın oy verme hakkı ile sınırlı bir şeydir, bu bağlamda seçim barajının, bırakın yüzde on olmasını, yüzde otuzlara tırmanması bile, herkese, her partiye eşit uygulanıyor ise demokrasi ile bağdaşmayan bir konu olarak görülemez ama demokrasi de, per se, çok da önemli değildir, önemli olan vatandaşın oy verme hakkı demek olan demokrasinin hukuk devleti kavramı ile taçlandırılmasıdır. Hukuk devleti de, bizim kendi kendimize tanımlayabileceğimiz bir süreç değildir, anayasada hukuk devletinin çıtasına mutlaka referans yapılmalı, mesela temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerin anayasanın hukuk devleti kavramının minimumunu belirlediği belirtilmelidir. Demokrasi çok önemli değildir, 1960 ve 1980 darbeler dönemi dışında ülkemizde geçerli bir süreçtir, sorun, eksik olan, düzey olarak yerlerde sürünen kavram hukuk devleti kavramıdır. Demokrasi talep etmek sadece oy hakkı talep etmektir ama yaşanası bir sistem talebi bu demokrasinin evrensel standartlarda bir hukuk devleti ile taçlandırılmasına bağlıdır. Hukuk devleti kavramı o kadar önemlidir ki, mesela laiklik ilkesini, evrensel çerçevesiyle, zaten içinde barındırır, bu çerçevede laik hukuk devleti ifadesi bile gereksizdir, bir tekrardır en azından. Yeni anayasa yapımında bakalım ilk üç madde ve özellikle de ikinci maddenin formülasyonunda bir değişikliğe şahit olabilecek miyiz?



Eser Karakaş-Zaman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder